31 Ocak 2010 Pazar

Yıllardan sonra...

Yıllardan sonra ne oldu dersiniz? Çok sıradışı bir şey oldu ve biz (eşim ve ben) 6 seneden sonra ilk kez sinema salonu yüzü gördük ve sinemaya gittik (Cuma 19:30 matinesi)! O büyük ekran keyfini unutalı çok olmuş!

Dönüşümüz muhteşem olsun diye de yere göğe sığdırılamayan film AVATAR'a gittik yani bir ilk daha yaşayıp 3D boyutunda seyrettik! Her şey sanki yanı başında gerçekleşiyor sen de olanlara şahitlik ediyorsun! Gözlerimizin aşırı sulanması dışında her şeyin daha canlı gözükmesi beni de eşimi de epeyce etkiledi. Kocaman bir kova patlamış mısırın tadı ve kokusu eşliğinde (eşim birasını da yudumluyordu!!!) seyrettik....

Gelgelelim asıl konuya beğendik mi? Evet ama nesini görselliğini ve orman diye sunulan yerdeki ağaçların çiçeklerin ve böcüklerin renklerini... Hikaye, orijinallik, düşündürme, hesaplaşma, yeni bir duruş konularına gelince tırışka... Boyalıp cilalanmış klasik ucuz Amerikan kahramanlığı... Kendine dön, toprağa doğaya kulak ver, sevginin gücüne inan gibi vecizelerin basma kalıp şekilde anlatımı.... Hepsi bu!!

Bir arkadaşımız bunun Amerika'nın Irak'ı işgalinin filmi diye yorumladı. Olabilir :))))

Bu arada en önemli noktayı atladım ki bu benim için ayrıca tarihi bir dönüm noktası çünkü bu filmi Rusça dublajla izledim!!! Burada filmler genelde dublajla izleniyor yani alt yazı bizdeki gibi yaygın değil ancak merkezde bir kaç sinemada İngilizce alt yazı bulmak mümkün!!! Bulduklarında her zaman izlemek istediklerin olmuyor tabii... Velhasılı kelam efendim artık bir adım daha ileri attım Rusça konusunda... Filmde sadece bir noktayı kaçırdım sağolsun orda da eşim hemen çevirdi.... Kendimi alkışladım :))))))

26 Ocak 2010 Salı

Nerelerdeydim?

Neler oldu bir bakalım?

Son yazımın kayıt tarihi olan 7 ocak itibariyle 32 yaşımı tamamlamış bulunuyorum!!! Bu dair ayrıca yazacağım :)))

Öncelikle şu anki ruh halim depresyona ramak kala.... Nedeni için bakınız şekil 1A ve B:

Bunlar kaşınmaya ve yanmaya başladım mı canım hiç bir şey yapmak istemiyor!!! Bunlardan biraz da yüzümde var... Kilolarca desem yalan olmaz ilaç içiyorum bekliyoruz bakalım, ne olduğu da net değil ama hayatı sekteye uğratmaya yetiyor...

Havalar nerdeyse bir aydır dehşet verici derecede soğuk... -15 ve -28 derece arası gidip geliyor !!! Dışarıya çıkmak yürek istiyor valla... Dışarısı bu kadar soğuk olunca tabii ki ev de soğuk oluyor. Hele de gece ya da sabah erken kalmak, o sıcak yataktan soğuk koridora çıkmak bıııııırrrrrrrrrrrrr!!! İnanmayanlara sabah mutfak penceremdeki dereceyi göstermek istiyorum

Bizim bal kabağı sosyalleşme konusunda ilk adımını attı ya da biz attırmaya çalışıyoruz! 4 kezdirgidiyoruz ama uyum ve dans etmek konusunda hala 'hayıy anne istemiyorum' kısmı devam ediyor. Hatta dün öğretmenin kuşları anlatacağını anladığı an evden çıkarken yemediği sütlacı yemek için eve dönmek istedi. Neyseki sonradan ilgisini çeken şeyler oldu da toparladık. Aha da bu da ilk el işi:



Bu arada arkadaşlarımız Maksim ve Aksana tüm arkadaş grubunu yemeğe davet etmişti gittik ve sonuna kadar yedik içtik ve eğlendik. Evleri çok güzel olmuştu... yakında düğünümüz var!




Bu arada MTKO (Moskovalı Türk Kadınlar Organizasyonu) çocuk kulübü başladı. Ben ve oğlum birlikte hem oynamaya gidiyoruz hem de orada gönüllü çalışmaya... henüz bu olay çerçevesinde :) resim çekecek vaktimiz olmadı...

Son olarak da benim alıdığım bir kararı bildiriyorum: Mıncır'la(bizim kedicik) yaşamak istemiyorum... Aslında hayvancağızın yaptığı bir şey yok ama ellerimin durumundan sonra tiksinmeye başladım ve yeteri kadar sevgi ilgi gösteremiyorum. Ayrıca yaptığı her türlü oyun beni çok sinirlendirmeye başladı... geceleri ayakları yalamak ve oğlumu tırmalayıp gece tatlı uykusunda uyandırmak ve tabii beni de!!!! Bugün bir kadın gelip alacak onu... Acı çekiyorum ama yapamıyorum :((((

Not: Ege'yi önceden alıştırdım konuştum uzun uzun!!! Her ne kadar önceleri itiraz etse de dün babası sorunca ' Ona başka bir abla kendi evinde bakacak annemin yaraları iyileşince biz minik bir kedi dah alıcaz ' dedi. bakalım bugün de aynı olgunluğu görecek miyiz?

7 Ocak 2010 Perşembe

Çelebilerden yola çıkarak küçük bir sosyolojik tespit

Bizler, anne babası köyde büyümüş; tarlada, yaylada arpayla buğdayla; inekle, koyunla uğraşmış; artık umutlarını kendileri için değil de çocukları yani bizler için vareden ve bu nedenle de yükünü sırtına vurup şehre göç etmiş insanların çocuklarıyız. Köyde doğmuş ama aklı yettiğinden bari şehirde yaşayan kuşak!!

Okulu, arkadaşları şehirli olsa da kendisi hala yarı köylü; yediği içtiği, gördüğü gözlediği hala bir yanıyla köy kokan... Okul tatillerini dört gözle bekleyip neredeyse tamamını köyde geçiren, bir zamanlar anne babasının çile diye baktığı işleri, sanki derslerde okuduğu kitapların uygulaması gibi keyifle yapan... Emmioğlu, dayı kızı, hala oğlu, amca torunu... yani akran ve akıldaşların bir arada geçirdiği unutulmaz yaz tatilleri :)

Ben gibi 30lu yaşlarında olanlar şehirde ikinci kuşağız. Sayımız çok değil ve biz sülalede üniversite kapısından geçmiş ilk (neredeyse) kişileriz. Şimdilerde 20li yaşlarda olanlar ki sayıları epeyce artık üçüncü kuşak... Onlar bizden daha başarılı, daha hırslı, daha bilinçli ve daha şehirliler. Arada kalmışlığın sızılarını daha az yaşayıp şehir hayatında daha güçlü duruyorlar. Hem kişilik hem de eğitim anlamında daha sağlamlar. (Günümüz gençlik ve eğitim zaaflarını saymazsak)

Keşke çiftçilerin, toprakla uğraşanların çocuklarının da hayata katılmaları kolay olsa da insanlar yurtlarından yuvalarından ta uzaklara göç etmeseler. Tarlalarında efendi iken şehirlerde insanların kölesi(!) olamasalar.

6 Ocak 2010 Çarşamba

Babaannem

Büyüdükçe üzüldüğüm bir tek önemli şey var: Keşke babaannem daha uzun yaşasaydı. Hatta hafızamda yavaş yavaş silinen siluetini hatırlamak için yanımda bir fotoğrafını taşıyorum. Hayatı parasızlık ve sıkıntı içinde geçmiş. Eşi de çok genç yaşta ölünce hayata tek varlığı olan oğluyla tutunmuş bir kadın... Belki de babamı annemle paylaşamamasının en önemli sebebi de buydu.

Ben hep onun koynunda uyurdum; gözünden sakınırdı beni ve kardeşimi. Oynayıp açıktığımda elime verdiği üzerine tereyağ sürülüp şeker atılmış hamurlunun (bizim oralarda bazlamaya verilen ad) tadını hala hatırlarım. Beni sırtından hiç indirmezmiş (annem hep söyler bunu). Onunla birlikte tezek yapardık, tek boynuzlu ineğin sütünü sağardık.

Her ne kadar istemese de oğlunun peşinden o da şehre geldi. Ne kadar mutlu oldu bilinmez ama oğlunun varlığı her yeri cennet kılıyordu sanırım ona. Şehirde tek özgürlüğü apartman bahçesinde attığı turlardı. Kışın geçip baharın gelmesini dört gözle bekler ve Mayıs ayı dedi mi durmaz köyüne kaçardı. Onun için hayat oralardı.

Çok yaramaz çocuklar değildik ama zaman zaman yaptıklarımızın sonuçları kötüyse seve seve bunu kabullenir ve kimseye elletmezdi bizi. Annem: "sizi korurken sizden daha çok o dayak yemiştir" der. İnce telli o bir tutam saçını annemin tüm ısrarına rağmen kestirmez, ak telleri kınanın kızılıyla turuncu olurdu. Özenle ikiye ayırır ve örerdi, ben biraz büyünce bu örme işini hep ben yaptım. Boynundan hiç çıkarmadığı siyah bir tespih vardı (sanırım dedeme ait) onu kardeşime yadigar bıraktı (hani erkek torun ya).

Ölümü ansızın oldu. Sabah gayet neşeli giyinip süslenip kardeşine ziyarete gitti. Dönüşte oğlunun kollarında can verdi. Bu iki kişi kardeşi ve oğlu hayatının en önemlileriydi. Hep temiz ölüm isterdi, duası "Kimseye muhtaç olmadan göçüp gideyim"di. Öyle de oldu.

Şimdi hayatımda her güzel şey olduğunda keşke babaannem de bunları görseydi demekten kendimi alamıyorum. Hatta beni ne kadar çok sevdiğini bilen insanlar bile her defasında aynı şeyi söylüyorlar. NE MUTLU bana karşılıksız sevginin ne demek olduğunu bana yaşatan bir babaannem vardı. Ruhun şad olsun nur içinde yat.